Ertuğrul Özkök: Durup dururken 1960’ların “Bir Kadın ve Bir Erkek”ini neden özledik?

Ertuğrul Özkök | Bayram Yazısı

Geçen ay 5 Mart günü Paris Moda Haftası’nda, benim kuşağımdan insanlara çok tanıdık bir an yaşandı…

Dünya kadın giyim devi Chanel, çok ünlü iki Hollywood starını bir videoda yan yana getirdi.

Penélope Cruz ve Brad Pitt

Siyah beyaz çekilmiş kısa metraj film daha ilk sahnesinde bize 1960’ların kült filmi “Bir Kadın ve Bir Erkek”i hatırlattı.

“Hatırlattı” demek yanlış. Video, hepimizin hafızasından silinmeyen müziği ve Fransa’nın Dauville şehrinde aynı sahilde aynı restoranlarda çekilmiş bir replikası gibiydi.

Tek fark, filmin orijinalindeki “Bir Kadın ve Bir Erkek”in yerine başka iki oyuncunun olmasıydı.

Jean Louis Tritingnant ve Anouk Aimee’nin yerini Brad Pitt ve Penélope Cruz almıştı.


Penélope Cruz ve Brad Pitt

Fransızcasında “erkek”, Türkçesinde “kadın” önde

Yeri gelmişken; bu film hakkında 1960’lardan beri aklıma  takılan bir soruyu tekrar hatırlatayım.

Belki aranızdan buna cevap verecek biri çıkar.

Filmin orijinali “Un Homme et Une Femme…”

Yani “Bir Erkek ve Bir Kadın…”

Ama Türkiye’deki gösterinde afişte “Bir Kadın ve Bir Erkek” yazıyordu.

Hep düşünmüşümdür.

Fransızca hitaplarda hep “Bayanlar ve Baylar” denir.

Davetiyeler hep “Sayın Bayan ve Bay” diye yazılır.

Filmin yönetmeni filmin adında niye “erkek”i başa aldı; hep merak etmişimdir.

Hep merak ederim, kimse ona bunu sormadı mı diye…


O yıl Frank Sinatra “Strangers in the Night”ı söylüyordu

Claude Lelouche’ın filmi 1966 yılında gösterime girdi.

O yıl Frank Sinatra “Strangers in the Night”ı söylüyordu.

Percy Sledge “When a man Loves a Woman”ı çıkarmıştı.

Mamas and Papas’ın “California Dreamin”i, Simon and Garfunkel’in ise “Sound of Silence”ı söylediği yıldı.

Ama İngiltere tarafında ise bambaşka rüzgarlar esiyordu.

Rolling Stones, yerleşik Londra düzenini ve ahlâkını sarsan şarkıları ile ortalığı yıkıyordu.

“Paint it Black”, “19’th Nervous Breakdown” yıllarıydı.

Beatles kuruluş dönemini tamamlamış, “Yellow Submarin” dönemine geçmişti.

Ve Bob Dylan müziğin kanunlarını yeniden yazan şarkısı “Like a Rolling Stone”u çıkarmıştı.

Dünya 20’nci yüzyılın vahşi diktatörlerini gömüyordu

Dünya 1968 Mayıs’ına hazırlanıyordu…

İnsanlar, dünyayı felakete götüren 20’nci yüzyıl diktatörlerini ve onların faşist ahlâkını tarihe gömmeğe ant içmişti.

Yıl 1966’ydı ve ondan iki yıl sonra 68 Mayıs devrimi patlayacak, 13 yıl sonra ise Sovyet demir perdesinin son taş duvarları yıkılacaktı.

“Bir Kadın ve Bir Erkek” bize evlilik kalıplarını kırmaya çalışan yeni bir “birliktelik nizamı” anlatıyordu.

Özgün aşk, özgür ilişki…


Bir Kadın ve Bir Erkek/Un Homme et Une Femme, 1966

Ahlâkçı postallarınızı çekin üstümüzden

“Bir Kadın ve Bir Erkek, bir kozadır ey ahlâk muhafızları, postallarınızı çekin o kozanın içinden” diyordu adeta…

Geçen hafta bütün Paris, Chanel’in 1960’ları davet eden bu şahane siyah beyaz fotoğrafları ile doluydu.

İçim açıldı…

31 Mart’ın toplumun neredeyse tamamında yarattığı hoşluk, bu harika siyah beyaz karelerle çok daha renkli bir hoşlukla dolduruyordu içimi.

Masumiyetin yeni seksi yüzü, Anne Hathaway afişlerde

Aynı günlerde aynı Paris bir de Versace’nin siyah beyaz fotoğraflarıyla dolmuştu.

Versace, kendine yeni yüz olarak Oppenheimer filminin baş oyuncusu Cillian Murphy’i ve Hollywood’un masumiyet prensesi Anne Hathavay’ı seçmişti.

Ama Hathaway’ın masumiyeti gitmiş, yerine wamp bir kadın gelmişti.

Masumiyetin seksi yüzünü keşfediyordu insan onun yüzüne bakınca…

1960’ların o havasını Anne Hathaway’in masum yüzündeki değişimle anlatmaya çalışan bir kareydi sanki.

O da çok hoşuma gitti.


Benim için 1960, Kızgın Güneş filmiyle başlamıştı

Rene Clement’ın “Kızgın Güneş” filmiyle başlamıştı.

1960 yılında çıkan bir filmdi.

Türkiye’de 1 Eylül 1961’de gösterime girmişti.

Seyrettiğimde 14 yaşımdaydım.

Alain Delon’u ilk defa o filmde tanımıştım.

Çıplak ayağa giyilen Espadril ayakkabıyı, çizgili ve renkli erkek ceketini ilk defa o filmde görmüş, Alsancak’taki Amerikan pazarında bulur muyum diye çok volta atmıştım.

Ve bir de 1960’yılı yıllar İtalya’sını keşfetmiştim…

Müzik festivalinden sesini tanıdığım San Remo’yu ve küçük İtalyan kasabalarını…

Onları da orada seyretmiştim.


Patricia Highsmith’in ‘Yetenekli Bay Ripley’inden uyarlanan ve başrolünde Alain Delon’un yer aldığı René Clément imzalı Kızgın Güneş filmi

Yeni gerçekçiliğin siyah beyazını renklendiren film

Patricia Highsmith’in Ripley serisi romanlarından çekilmişti.

Benim için sinemada modernizmin ilk filmiydi…

“Acı Pirinç”, “Bisiklet Hırsızları” gibi yeni gerçekçi akımın fukara sokaklarını kapatıp, iyi ve güzel yaşamanın kapılarını açan filmdi.

Hiç unutmadım.

Hiç unutmadım o filmi… Çünkü 60’lar benim için böyle başlamıştı…

İki yıl sonra ise Beatles ve Rolling Stones, Kinks, Animals, Dave Clark Five, Hollies, Who ve ötekiler gelecekti.

İkinci Ripley’de, Ripley daha yetenekli bir karakterdi

Ripley filmi ikinci defa 1999’da çekildi.

Bu defa adı “Yetenekli Bay Ripley”di…

Alain Delon’un yerini Mat Damon; Marice Ronet’nin yerini Jude Law almıştı…

39 yıl sonra yeni kuşaklar da o filmi çok sevdi…

Bu defa yönetmen koltuğunda Anthony Minghella vardı.

Yine çok güzel bir filmdi ama yorum çok farklıydı.

Jude Law daha çekici ve modern bir karakterdi.


Netflix uyarlamasında yeni Ripley

Şimdi Ripley’in en karanlık yüzünü tanıyoruz

Şimdi çok farklı bir yönetmen, Ermeni asıllı Steven Zaillian yeniden yazmış ve yönetmişti aynı hikâyeyi Netflix için.

İlk iki filmden birincisi Nazizm’in yıkıldığı savaş sonrası özgürlük ortamına çekilmişti.

İkinci film duvarların yıkıldığı, neoliberal rüzgarların estiği bir dönemdi.

Şimdi ise popülist liderlerin yerküremizi savaş alanına çevirdiği, özgürlüklerin bastırıldığı karanlık bir yüzyılın filmi olmuştu.


İlk Ripley’i hiç unutmazdınız, bu Ripley’i hiç hatırlamazsınız

İlk defa tamamen siyah beyaz çekilen bir dizi olmuştu Ripley’in hikâyesi.

Daha karanlık bir Ripley karakteri çiziliyordu.

İlk Ripley’i yanından geçseniz bir daha asla unutamazdınız.

Son Ripley ise yanından geçtiğiniz an unutacağınız bir karakter.

İlk Ripley diri, umut dolu, taze bir başlangıcın ikonasıydı.

Son Ripley ise çöküşün, yıkılışın, bitişin Joker haliydi. 

Daha belirsiz bir Dickie Greenleaf karakteri vardı.

Ve film, İtalyan sinemasının Antonioni dönemine dönmüş bir havada çekilmişti.

Eclipse, La Notte çizgileri hakimdi.


1960’ların ikonu haline gelen Fiat 500

Bu defa 60’ların İtalya’sı o bildiğimiz Fiat 500’lerin cıvıltılı ülkesi değil

İlk iki filmdeki ayrıntıya hiç inmeyen sahneler gitmişti, yerini İtalyan kasabalarının, sokaklarının, ev içlerinin en küçük detayları almıştı.

Ripley 60’lar İtalya’sına dönmüştü.

Son bölüme keskin bir bıçak gibi sokulan Caravaggio tabloları ve sahneleri, yeni Ripley’imizin aslında en eskisi olduğunu anlatıyordu.

Karanlık bir Caravaggio tablosu kadar eski…

Ama 60’larda Fiat 500’ler, Vespa’lar, Addiano Celentano’lar, Rita Pavoneler’le müthiş bir umut ve yaşama sevincine dönen mekânlar, şimdi Blade Runner filminin karamsar ve yavaş yavaş dökülen sokakları gibi karşımıza çıkıyordu.

60’ları özlediğimizi hissediyor ama dönemediğimizi, o güzel coşkunun artık bize uzak bir mazi olduğunu anlamanın derin hüznünü de yaşıyorduk.

Bayramın birinci günü gizli bir el bize bayramı zehir etmek istedi

Bayramın birinci gününe, bütün iktidar yanlısı televizyon kanalları adeta aynı yerden emir almış bir havada girdi.

Gizli bir el “Gazze olaylarını”, sanki 31 Mart neşesinin üzerine çıkarmak için talimat almış gibi aynı temayı işliyordu:

“Bu bizim en acılı bayramımız…”

Allah’tan ki Cumhurbaşkanımız tatil için Okluk Koyu’na gitti, bayramın tatil olduğunu anladık ve ortak mateme çevrilmek istenen bayramımız biraz neşesini buldu.

 

1960 yazı Mina’nın “Il Cielo Una Stanza” şarkısıyla başlamıştı

Ben de bayramın birinci gün akşamı Netflix’in Ripley filmini bitirdim ve düşünmeye başladım.

Dizinin hemen her bölümünde Mina’nın o harika şarkısı vardı.

“Il Cielo Una Stanza…”

1960 yazı bu şarkıyla başlamıştı İtalya ve İzmir’de…

Gina Paoli”nin yazdığı, Mina’nın söylediği bu şarkı, İzmir’de düğün salonlarına bile girmişti.

Netflix’in Ripley’in her önemli sahnesinde bu müzik var neredeyse…

Gina Paoli o şarkıyı, bir hayat kadını ile bir gece geçirdikten sonra yazdığını söylemişti bir mülakatında.

Sahi gerçekten niye özledik 1960 yazını?

Seyrederken ve dinlerken hep aynı şeyi düşündüm…

1960’ları niye özlüyoruz…

Basit, alelade bir nostalji mi…

Hayır değil… Bu defa hiç öyle değil.

1960’ları özledik….

Çünkü özgürlüğü, nefes almayı, istediğimiz gibi yaşayabilmeyi, dışlanmamayı, azımsanmayı, “Kendi ülkemizde parya olmamayı…”

Kısaca kendimiz olabilmeyi çok özledik…

Belki de her gece yeniden başlayıp, o gece bitecek küçücük şeyleri…

Onları bile özledik…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir